Sayfalar

14 Haziran 2010 Pazartesi

E3 Sohbeti

(...) (Ha-Meshuggah = Emren "Epic Buster Bitirim yani ben)

Ha-Meshuggah// says:
Hayatımda böyle abartılmış sikim gibi oyun görmedim
Bravo crytek
Fırat says:
başka kaydadeğer ne var
yoksa kapatıcam da
Ha-Meshuggah// says:
counter 2 var
Fırat says:
oooo
Mara says:
NE
Ha-Meshuggah// says:
şaka lan şaka
Mara says:
DUDE, GUY, DUDE, GUY...
fiyuv.
Fırat says:
failsın
mara
Ha-Meshuggah// says:
Sadece Episode 3 var bi de Grim Fandgo 2
Mara says:
Episod 3
Fırat says:
o zaman ben ps3 akar
Ha-Meshuggah// says:
bi de Mario: Bowser Strikes back
Mara says:
wait, wh--
Ha-Meshuggah// says:
Şaka lan onlarda yok
Mara says:
Grim Fandongo...
Ha-Meshuggah// says:
:D
Mara says:
2...
Fırat says:
mucuksssss
Mara says:
ha

Bana Vana Luga Yapma Valve!




Son günlerde çoğu acemi SDK (Source Developement Kit) kullanıcısı gibi ben de Valve'nin yamuk yumuk yamalarından şikayetçiyim. Şöyle açıklayım;

SDK'nin Map Editor'üne girdiğinizde size 2D olarak neyi nereye koyduğunuzu anlamanız için kareler (Grid) gösteriliyor. Bu kareler sayesinde hem hangi brush'u nereye koyduğumuzu hem de uzunluğunu görüyoruz.

Fakat Valve "bugları gidermek" bahanesiyle yaptığı Update'lerin birinde komple SDK ile Mod yapılabilen oyunlardaki bir diğerinde ise sadece Half Life Episode 2'nin Map Editor'unun gridlerini kaybettik. İşin kötü tarafı Valve'nin buna bir çözüm getirmek konusunda bir adımı olmaması, daha önceki "grid krizini" 1 hafta gibi bir sürede düzeltmişlerdi.

Son yaptıkları güncellemede sadece Episode 2'ye mahsus olmak üzere bu gridler yine kayboldu. SDK Base'yi çalıştırdım, SDK'yi baştan yükledim, Game Configuration'u resetledim olmadı.




Vananızı kapattırmayın bana.

-Emren"Epic Buster" Bitirim

13 Haziran 2010 Pazar

Biraderhood: Nedir ne değildir?

Biraderhood denildiğinde kafanızda pek bir şey çağrışmaması doğaldır, çünkü şu an bloguna baktığınız grup aslında kendi çapında eğlenen, birbirine laf atıp duran bir MSN grubuydu. Ancak içimizdeki(One Vüze Rules 'Em All'dan kalma) potansiyelin de farkındaydık, sonuç olarak bu blogu açma kararı aldık.


Asıl olarak saçmasapan bir cümleyle yardım istemeye çalışan bir OGZ üyesini tanrılaştıran bir "eğlencesine tarikat"ın biraz ilerlemiş versiyonu Biraderhood. Kökünün OGZ olması dolayısıyla genel bir araya gelme sebebimiz oyun elbette. Ancak buradaki kimse de hayatını oyuna adamış biri değil, herkesin bir çok farklı ilgi alanı var. Bu yüzden burada da bir çok farklı şey bulacaksınız.Umarım Şimdilik iyi okurlar, bizden ayrılmamanız dileğiyle, bir dahaki sefere de ne verirseniz verin, yine bize verin.


Post Scriptum: Şu anda sadece bir kaç yazar veya çok alakasız yazılar görüyor olabilisiniz, ancak kendi içimizde de ne olursa olsun ÖSS'ye çalışanı bilgisayar perhizinde olanı var, öyle olunca hemen haber uçuramıyoruz kendilerine.


~Mara

Hayatta Bir Gün

Ergenlik döneminde insanlar en ufak sorunları çok büyük meseleler yaparken asıl önemli noktaları kaçırır, resmin tümünü görmektense ufak bir detaya takılırlar.”

Bugünün çok da neşeli bir gün olmayacağını sabah kalktığımda bulunduğum yerin atmosferinden anlamalıydım. Işıkların solgunluğu bile günün genellikle boğuk geçeceğinin bir habercisiydi adeta.

Günün devamında(geç kalkmanın bir götürüsü olarak) yapılacak onca şeyi(kahvaltı da dahil) kaçırmanın ve genel olarak herkes eğlenirken bir oraya, bir buraya boş boş yürümenin moralime yaptığı etki de bu düşüncemi geliştirir nitelikteydi.

Ancak evrenin benimle eğlencesi daha devam edecek gibi duruyordu. Benim bu git-gellerim sürüp giderken bir an herkes ortadan kayboldu. Bir tek ben kalmıştım tanımadığım bir sürü insanla beraber, ironik olan ise bugün yapılması gerekenin o insanlarla tanışmak ve muhabbet etmek olmasıydı. Ancak yapmacık geliyordu bu, yürüdüğü yolların benzemesi dışında pek ortak noktası olmayan insanların bir kere yapacakları, sonra unutacakları bir konuşmaydı bu bana göre.

İçimdeki geçici yalnızlık hissi giderek daha kalıcı hale gelirken yağmaya başlayan yağmur, durumun özetini oluşturmuştu adeta. Doğa öfkesini ortaya çıkarmıştı yağmur damlaları şeklinde.

Ağlamak... Ne kadar da uzun zaman oldu ağlamayalı. Oysa ağlamak kişinin duygularını dışarıya vurmasıyken ağlamamak bu duyguların birikmesidir.

Ne kadar da güzel olurdu ağlamak...

Maralais'in Notu:Bu yazıyı Belgelerim'de çiziktirilmiş bir halde buldum. Dedim yazı yazıdır, paylaşayım.

Ctrl + Alt + Del, ne ola ki?

Genelde tutup buraları ya gereksiz felsefimsi yazılarla dolduruyordum ya da ergen rage'e girip "Dök İçini!" durumu yaşıyordum, ancak bugün farklı bir amaçla geldim buralara. Bir e-çizgi roman Ctrl + Alt + Del'den bahsedeceğim.

Öncelikle bir tavsiyem olacak, okuyacaksınız seriyi en başından okuyun, bunu tutup da Penny Arcade gibi belli karakterlere sadık olsa da sırf oyun sektöründen beslenen bir e-comic veya xkcd veya Cyanide & Happiness gibi sadece one-shot'lardan(tek sayılık konusu olan, her sayıda farklı şeyler işleyen çizgi romanlar) oluşan diğer e-comic'ler için söylemezdim, en fazla "Random'a basın güzel şeyler çıkıyor" derdim ama bu serinin cidden en başından okunması lazım. Çünkü karakterlerin sürekli olarak gelişen ve ilerleyen bir hayatı var, bir espriyi anlamak için 2003'te yazılmış başka şeyleri bilmek gerekebiliyor.

Hikayesinden bahsetmeye geçersek, Ctrl + Alt + Del, bir evi paylaşan tamamiyle dengesiz bir manyak olan(ancak özünde iyi biri olan, ne kadar iyi olabilirse) Ethan ve Ethan'ın manyaklığına alışmış ve sürekli olarak alay ederek serinin iğneleme kaynağını oluşturan Lucas'ın başından geçenleri anlatıyor. Tabii bu karakterler "normal" insanların aksine oyun oynamayı epey seven insanlar olduğundan hikaye bir nevi oyun sektörünün başından geçenlerle ilerliyor. Bir de bunların arasına serpiştirilen manyak bir şefin maceraları ve one-shot'lar var.

Gelelim seriyi özellikle okunası yapan özelliklere. Birincisi özellikle hafiften geek biriyseniz mutlaka güleceğiniz espriler var. İkincisi karakterlerin canlı olduğunu hissediyorsunuz. Üçüncüsü ise seri her şeyi dozunda sunuyor. Espriler tabii ki bol, ancak bu seride hüzün yok demek değil. Tam tersine, örneğin seri Ethan'la Lilah'ın çocukları olmayacağını öğrendiklerinde yaşadıkları acıyı gerçekten iyi yansıtıyor ve özellikle benim gibi bir hafta içinde  tüm seriyi okumak gibi bir manyaklık yaptıysanız , karakterlerin en başından beri yaşadıkları onca şey aklınızda taze oluyor ve  bu durum içinizi acıtıyor.(SPOILER uyarısı, seriyi iyice okumadan beyazla yazılmış kısma bakmayın) Bu yönüyle seri de ayrı bir yer ediniyor haliyle diğer seriler arasında.

Okuyun, okutturun diyorum.



İnsanlar ve Hayaller Üzerine

Bir kez daha kalabalığın içinde yürümeye devam ediyordu. Herkesin ortasındaydı, aynı zamanda kalabalığın sonundaydı. Onu görünüşte diğerlerinden ayırmak pek mümkün değildi, o da herhangi bir kıyafetle, herhangi bir şekilde yürüyordu. Ancak o kendini her zaman kanatlı bir şekilde hayal ederdi, her an ileri atılıp uçacakmış gibi. Bu yönüyle kendisini diğerlerinden ayırırdı, kanatları olan tek kişi olduğunu düşünürdü, diğerlerinin de kendisi gibi kendilerine kanatlar, zırhlar yerleştirdiğini biliyorduysa bile, görmezden gelirdi. Bunlarla birlikte, kanatlarını kullanmayı da sevmezdi. Genellikle tam ileri atıldığında, garip göründüğünü fark eder ve tekrar kalabalığın içine dönerdi.

Bir kez daha tekrar uçmaya çalışsa ne kadar absürd duracağını düşünerek yürüyordu ki, bir fısıltı duydu kalabalıkta. Fısıltının söyledikleri dinlemek istemese de, dinledi bir süre. Kanatları, ihtişamlı bir maviyle parladığını hayal ettiği kanatları öylece duruyorlardı, kanatları sadece yüktü onun için. İnsanları neden bu kadar önemsediğini düşündü bir an, cevap bulamadı.

Bir an(kalabalığın aksine) yürümüyi bıraktı, Birkaç kişinin ona çarpıp geçmesini önemsemiyordu, bu yaptığının absürd olup olmadığını da. Gözlerini açtı, ileriye bakıyordu ancak gördüğü sürekli hareket eden insan toplulukları değildi, her zaman gördüğünün aksine. O an kalabalıktaki yerini ve ona bakan(veya bakmayan) insanları bıraktı, ileriye doğru atıldı ve zıpladı.

Belki de ona öyle geliyordu, ancak kanatları uzun bir zamandan sonra gerilmişti ve rüzgara karşı durmaya hazırlardı. Onu Yedi Kuyruklu Kartal'ın yanına çıkarmaya hazırlardı.

Hayatı boyunca onun hikayelerini duymuştu. Her ne kadar kendisini hiç görmediyse de, hep onun gibi olmak istemişti. Sonuçta o Yedi Kuyruklu Kartal'dı, gökyüzünde süzüldüğünde mavi kanatlarını gören herkes onu büyük bir hayranlıkla izlerdi, en azından ona öyle anlatılmıştı. O da bu efsaneden çaldığı hayali kanatlarıyla yükselebildiğini, hiç değilse o kanatlara sahip olduğunu düşünürdü, ancak kendi kendine kanatlara sahip olsa da bir kartal olmadığını, bu yüzden uçamadığını söylerdi, kanatlarının varlığını kendisinden başka kimse fark etmemişken.
Ancak bilirdi ki özünde bir insandı o da ve bunun bilincinde olmaktan gurur duyardı, sonuçta kanatları sayesinde yine her duruma yukarıdan bakabilmiş ve kendi hatasını görebilmişti.
Ancak bu gururundan da nefret ederdi, çünkü yine kendini övmüş olurdu ve bunu yapmamalıydı, eğer yükselmek istiyorsa yapmamalıydı en azından.

***************

Heyecanla kapattığı gözlerini açtığında havada olduğunu fark etti. Yükselmenin heyecanını bastırarak ellerine baktı ve bedeninin yavaş yavaş mavi bir enerjiyle sarıldığını fark etti, zihni her zamankinden daha açıktı, mutluluğu her zamankinden daha fazlaydı. Ancak yükselişin bir bedeli olması gerektiğinin bilincindeydi, o sırada o ana kadar yaşadıkları aklına geldi. Kalabalıkla birlikte yürüyüşünde kendini beğenmişlikle alçakgönüllülük arasında gidip gelen düşüncelerini(ki alçakgönüllü düşünceleri olduğunu düşündüğünde de kendini üstün gördüğünü düşünmeden edemezdi) hatırladı. Belki de uçmamalıydı, sonuçta gökyüzünde böyle biri olmalı mıydı, hala kafası karışık biri? Uçmak için hafiflemek gerekmez miydi, kemiklerine kadar? Evet, hafiflemeliydi, bu yüzden de duygularını serbest bıraktı.

Üzüldüklerinde sadece yanında durabildiklerini hatırladı önce. Ancak biliyordu ki yapabileceği bir şey yoktu olanlar için, ileride olacaklar için hazırlanabilirdi sadece. Pişmanlığı ortaya çıktıkça rahatladı, vücudunu saran mavilik parladı. Dudaklarından belli belirsiz bir özür çıktı, sonrasında buruk bir gülümsemeye eşlik etti düşen tek tük gözyaşları. Göz yaşları pişmanlığını da alarak gittiler, yükselirken kendisine yapılan haksızlıkları hatırladı. Sonrasında içinden yepyeni bir duygunun yükseldiğini hissetti: Pişmanlığın hüzünlü mavisi yerine kan kırmızısına bıraktı, öfke hakim olmaya başladıkça onun etrafında şimşekler çakmaya başladı.

Karşısında bir sürü farklı figür belirdi: Önce uzun siyah saçlı bir kız belirdi, yeşil gözleri üzüntüsünü önemsemeden gülüyordu. Ellerinin renginin değiştiğini gördü, ağırlaştığını hissetti ama kendisini öfkesine vermeye devam etti. Sonrasında figür değişti, kısa kesilmiş saçları ve siyah gözleri alaycı bir ifadeye sahip olan yüzünü tamamlıyordu bu yeni figürün. O da öfkesiyle(nasıl yaptığını bilmeden) bir şimşek fırlattı, çıkan ses kulaklarını sağır edecek kadar yüksekti. Şimşeğin gürültüsünden daha yüksek bir sesle bağırdı. Öfkesi etrafındaki her şeyi yok ediyordu, havanın tükendiğini hissetti ama bunun düşman diye belleyecek kadar nefret ettiklerini de yok ettiğini düşündü ve devam etti. Son bir şimşek çaktı daha havada, duyduğu en yüksek sesti çıkan, sonrasında yok olduğunu hissetti. Önce kanatları enerjiye dönüşerek yok oldu, sonrasında bedeni. Bilincini kaybederken özünün düştüğünü hissediyordu. Ancak hiçbir şeyi düşünemeyecek kadar öfkeliydi, hala onlara hissettiklerini hissettiremediği için öfkesi sürüyordu. Kartala her zamankinden daha fazla yaklaşmışken düşüyordu, ancak bu umrunda değildi. Sadece ona yapılanları düşünüyordu.

İnsan İlişkileri Üzerine Volüm 3: Güven

Selfish Love, Selfish Self'den sonra insanın doğası ve ilişkileri hakkındaki üçüncü yazıma hoş geldiniz(bkz: bir okuyu kitlesi varmış gibi davranmak). İlk yazımda insanın neden ilişki kurduğunu kendimce açıklamaya çalışmış, ikinci yazımda ise insan doğasının bencil olduğu düşüncemden bahsetmiştim. Yeni yazımda da bu iki bilgi ışığında insanın ilişkilerinde nasıl bir yol izlemesi gerektiği hakkındaki fikirlerimi yazacağım. Tabii hatırlanması gereken böyle olması gerektiğini düşündüğüm, her düşündüğümü uyguladığımı da söyleyemeyecğim hani.

İnsan ilişkileri, temel olarak çıkara dayalıdır. Bir insan ile bir arada olmanız bir şekilde o kişi işinize yaradığı veya sizi rahatlattığı, mutlu hissettirdiği içindir. Bu durumda düz mantık ile bakıldığında, bir insan ötekine çıkarı süresince önemlidir. Ancak modern toplumlarda oluşan bağlar daha kalıcıdır(bununla birlikte rahatlatma ve mutlu etme duygusu olarak ifade edilen çıkarın o insan hareketlerinde istenmeyen değişiklikler yapmadığı sürece devam etmesi de bunda etkilidir), çıkar ilişkileri ise maskelenmiştir. Bu maskelenmeye rağmen çıkar ilişkilerde, ilk yazımda bahsettiğim gibi önemlidir. İnsanın çıkarlarına ters düşen birine o insan tepki verecek, kişiyle ilerlerse o kişiyle arası kötüleşecektir(ilk yazıda ifade edilen "kırmızı bağ" durumu).

Böyle bir durumda ortaklık sırasında paylaşılan önemli bilgiler ise bu yeni durumda kişiye karşı kullanılabilir. Yani, insan ilişkilerinde oluşacak bir aşırı güven ileride kişinin arası bozulduğu kişilere karşı bir koz olabilir. Peki bu durumda modern dünyanın insanı ne yapmalıdır? Bana kalırsa, yapılması gereken ilişkiler sırasında atılan adımlara ve söylenenlere dikkat etmektir. Bağ kurulan kişi kim olursa olsun(aile bu genellemenin dışındadır, çünkü içgüdüsel bir şekilde birbirine bağlanmış aile fertlerini birbirini daha fazla koruyacaktır, ancak bu durumun da birinci dereceden kan bağından ileri gittiği şüphelidir) verilen her değerli bilgi için(bir sır gibi) bir başka değerli bilgi edinerek durumu dengede tutmak, kişinin kendi çıkarları açısından en iyisi olacaktır.

İnsan İlişkileri Üzerine Volüm 2: Selfish Love, Selfish Self(veyahut kafamdan geçtiği gibi yazılar)

Bencilim, bencillsin, bencil. Her ne kadar bunu reddetsek de, değiştirmeye çalışsak da durum bu. İnsanın içine işlemiş bu bencillik, doğasında var önce kendi çıkarını korumak, onu suçlayamazsın da. Sonuçta öncelikli amacı hayatta kalmak, hayatta kalmak olmalı da, çünkü(en azından bence) her insan bir değerdir ve bu değerler herhangi bir fikir, bir toprak parçası için feda edilmemeli...

...Eğer bir ütopyada olsaydık. Ancak fikirlerin savunması için savaşılması gereken bir dünya bu, ve fedakarlıklar gerekiyor, ancak doğası gereği bencil olan insan da fedakarlığı başkasının yapmasını istiyor haliyle. Tabii bir insana bu fikirlerin veya toprakların onun fedakarlığıyla ırkının gelişmesini sağlayacağını(ırk derken, homo sapiens sapiens hani) söylerseniz durum değişiyor.

Yine de, belki de bencillik değerim normalin üstünde olduğundan kendimi feda edesim gelmiyor. Ancak bu durumumu normal karşılamamı sağlayansa bencilliği her yerde görmem. Bencilliği başarısıyla diğerlerini ezmeye çalışan çalışkan öğrencide, diğerlerine yaptığı şakalarla üstünlüğünü ilan eden haylazlarda, hatta kendini "aydınlanmış" olarak niteleyen keşişlerde bile görüyorum. İnsanın bana kalırsa bir şekilde üstün olduğunu bilmeye ihtiyacı var, diğerlerine karşı bir avantajı olduğunu bilmezse maça yenileceğini bilerek bir takımdan farkı da olmaz pek, moral bakımından çöküntüyle yenilgiyi kaybeder.

Tabii bu bencillik ve açgözlülüğün gittikçe normalleştiği bir dünyadayız. Temeli bir kişiyi "sahiplenmek" olabilecek aşka "asil" bir duygu gözüyle bakılmasını ben anlayamıyorum. "Sonuçta ortada o kişiye sahip olmak var bir nevi, nasıl böyle bir şey tamamiyle karşılıksız sevgiye dayalı olan arkadaşlıktan daha kutsal olur?" diyesim geliyor. Ancak şöyle de bir gerçek var ki insan bu sahiplenme isteğini isteyerek yaratmıyor. O yüzden onu suçlayamayız.

Peki bu durumda ne yapmalı bu yeni yönünü keşfeden(veya zaten bilen ve bu bilgiye göre hayatında bir şeyi değiştirme kararı alan)? Toplumun hatalı olduğunu düşünüp kendi çıkarına mı yönelmeli? Benim fikrim(her ne kadar konu hakkında bilgim kısıtlı olsa da) içindeki bu bencilliği azaltmaya çalışmak olmalı. Her ne kadar insanın kendi çıkarlarını bir yere kadar koruması mantıklı olsa da, birliğin çıkarlarını öne koymak daha memnun edici sonuçlar verecektir. Ancak bunun anlamı tamamen bir kendini feda etme konuma gelmek olmamalı da, ikisinin arasındaki dengeyi kurmaksa kişiye kalıyor.

Kahraman San Marino



Nispeten küçük bir ülkede yaşıyorum. Doğası temiz, ağacı yeşil, insanı sevecen olsa da çok acı çekmiş bir ülke de. Doğal kaynaklarımızmı çok fazlaymış? Hayır. Peki tehditmi ediyormuş bu ufak halk yedi cihanı? E ona da hayır. Peki neden çekmiş bu halk bu kadar acı? Coğrafi koşulu dünyanın en güel denizinin ortasında olduğu, petrolün yakın olduğu, her yeri gören bir coğrafyada yaşadışı için çekmiş bu acıyı bu halk.

Feodalitenin çöküşünün ardından dünya haritasındaki değişimlere göz atacak olursak merkeziyetçi devletlerin arttığını görürüz. Milli veya siyasi nedenlerle ayrılan halklar bile zaman içinde kendi birliklerni sağlamış ve devlet oluşturmuşlar. Küçük halklar “büyük abilerine” katılmışlar. Katılmayanlar ise sonu Kıbrıs gibi olmuş… Ama bir dakika! San Marino ! Sanırım tezlerimi bozdu şu küçük . Şimdi sorma zamanı nasıl dayanmış bu ülke.

Öncelikle San Marino’nun coğrafi mekanına bakalım;

Tek bir komşusu var bu Sanmarinoluların o da İtalya. Adriyatik denizini gören halk dünyanın en eski devletlerinden biri ve ayni zamanda en eski cumhuriyeti. Roma’nın Hristiyanlara karşı uyguladığı şiddetten kaçan taş ustası tarafından kurulmuş. Şimdi sormamız gereken soru şu dünyada cihan imparatorluğu kurmuş devletler çökmüş, yıkılmış hatta bölünmüşken bu halk ayakta. Bu konuda tek bir tez sorabiliyorum POLİTİKASIZLIK. Evet politikaları olmadığı için ayakta kalmış bu devlet.

1923′te Mussolini’nin iktidara gelişine paralel olarak Sammarissene Faşist Partisi (PFS) kurulmuş ülke de. Suyuna gitmişler Mussolini’nin anlayacağınız. 17 Eylül 1940′ta savaş ilan etmişler müttefik devletlere, pek de sallamamışlar bunları müttefikler. Mussolini’nin düşüşüne paralel olarak PFS’de düşmüş ve yeni gelen hükümet tarafsızlığını ilan etmiş. 1 Nisan 1944′te Faşistler yeniden güç kazanmış (İtalyan sosyalist devletinin kuruluşuna paralel sanırım). Kraliyet Hava Kuvetleri (RAF) buna rağmen ülkeyi “hatayla” bombalamış. Ardından müttefikler girmiş ülkeye faşistler iktidarı kaybetmiş. Sallayan olmuşmu? Hayır. Anlayacağınız San Marino’lular bayağı bir yalakalık yapmış İtalyanlara, çok da az bir kayıp çıkarmışlar savaştan. Savaşın ardından İtalya’da yükselen “solculuk ekolü”ne paralel olarak Komunist parti iktidara gelmiş ülkede. Batı Avrupada sosyalizmle idare edilen ilk devlet olmuşlar. Sallayan olmuşmu? Yine hayır. Dünaynın en küçük ordusuna sahipler şu an. Ordu denebilirse tabii.
Yedi Cihana Korku Salan San Marino Ordusu

Yedi Cihana Korku Salan San Marino Ordusu

Şimdi ülke halklarnın özgür iradesinden, politik felsefeden bahsedenler olacaklardır. Ülkeme bakınca siyasi faliyetlerin sadece bir iki zümre tarafındanidare edildiğini görüyorum. Sanırım kaynağı olan kaynağı olmayanı yiyor prensibi. Bu prensibi Kıbrıs’ta 1960′larda belediyelerin ayrılması hatta aşırı uçtaki çetelerin ticaret politikalarında (Türkten Türke politikası vs.) gördük, ayrı ekonomi yaratmanın bağımsızlık ile yok edilme çizgisi arasında olduğunu gördük. Peki benim kahraman San Marino’m, Monaco’m napmış? Hiç bir şey. Bir nevi popo korkusuna paralel olarak “büyük balığın küçük balığı yemesini” protesto etmiş. (eğer ince espiri anlamaya bağlı aşırı iyimserseniz) Ve çokta ilginçtir ki “önemsizlik” onların “bağımsızlığı” olmuş.

Koçumsun San Marino!

-Emren "Epic Buster" Bitirim

Bağlar: İnsan İlişkileri Üzerine

Sevgi. Nefret. Birbirine tamamen zıt olan ve insanlara karşı hissedilen duygular. Onları gördüğümüzde, onlar bir şey yaptığında hissettirdikleri duygulardır ilişkilerin temeli.

Peki ilişkiler neden var? Benim düşüncem, ilkel insanların yardımlaşmasının ilişkileri başlattığı. Zaman ve insan zekası ilerledikçeyse, ilişkiler karmaşıklaştı. Ancak elimde bunu kanıtlayacak bir kanıt yok, konumuz da bu değil. Konumuz ilişki kurdukça insanın diğerleriyle kurduğu "bağlar".

Nedir ve neden oluşur bu bağlar? Benim düşüncem, insan başkalarıyla ilişki kurup, onların yanında durdukça, onlara alıştığından dolayı oluştukları. Diğerlerinin davranışlarına da alışır bence, diğerleri beklediği ve alıştığından farklı bir hareket yaptığındaysa oluşan bağ, az da olsa hasar görür. Ancak diğerleri var olduğu sürece o bağlar da oradadır ve insan ilişki kurmaya devam ettikçe o bağlar hasar görür, güçlenir, belki de renk değiştirir. "Bağ Renkleri" ve "Renk Değiştirmek"ten kastettiğimi şöyle anlatabilirim: X kişisi Y kişisiyle tanıştığında bağ oluşturmaya başlar, onun hareketlerine alışıp ondan beklentileri oluştukça bağın rengi de belli olur, eğer X ve Y'nin karakteri uyuşmuyorsa o bağ gittikçe "kırmızı" bir renk alır, ancak benzer X ve Y benzer karakterleri sahipse, ortak ilgi alanları varsa bu bağ "mavi" renk alır. Renklerle ne sembolize etmeye çalıştığım anlaşılır hale geldi sanırım. "Renk Değiştirmek"ten kastettiğimse şudur: Bu X ve Y'nin mavi renkte bir bağ kurduğunu farz edelim. Ancak Y beklenmedik hareketler yapmaya başlarsa, bağ hasar görecektir. Hasar gördükçe, X'in Y'ye tepkileri de her ne kadar istemese de değişecektir. Bağ belki de kırmızı renge dönecek, X için Y'yi görmek, onunla konuşmak, acı, üzüntü, hatta nefret veren bir hale gelecektir. Ancak o bağ yine orada duracak, mavi renge dönme olasılığı hep var olacaktır.

Ancak o bağın kopması insana asıl acıyı verendir. Bağ neden kopar? Kişi, alıştığı kişiden ayrılırsa kopar. İster ölüm olsun, ister farklı bir yere yerleşme, alıştığı kişinin dönme olasılığı tamamen kaybolursa, bu kişi için korkunç bir acı kaynağı olur. Bağların hasar görmesinden daha acı vericidir bu, çünkü tamir olasılığı kalmamıştır, artık o bağ tekrar kurulamayacaktır, alışkanlığa geri dönülemeyecektir. Bu yüzdendir ki genç yaşlarda aileden ayrılmak zordur, bu yüzdendir ki bize yakın birinin ölümü acı vericidir.

Tarihin Arka Odası

Wrath Of Murat Bardakçı

Wrath Of Murat Bardakçı

Tarihin Arka Odası Cumartesi günleri Habertürk’te yayınlanan bir tarih programı. Programın sunucusu Murat Bardakçı’ya Pelin Batu ve Erhan Afyoncu eşlik ediyor. Buraya kadar bir sorun yok ama madalyonun diğer yüzü böyle değil.

Tahmin edebileceğiniz gibi programın içeriği Milli Tarih’ten (Politikacı Tarihi) farklı değil, ayni zamanda program 24 Nisan’da Talat Paşa’nın torununu konuk ederek Ermeni Halkı’na büyük bir saygısızlıkta bulundular. Techir sırasında kaç kişinin ölüp ölmediği şaibeli bir konudur ama hem Müslüman-Türk hem Ermeni tarihinde kara bir an olarak anılan bu üzücü olayın yıl dönümünde böyle bir “gaf”ta bulunmak hiç bir görüşe,kişiye ya da zümreye yakışmaz. Ayrıca adece ve sürekli tek bir görüş altından anlatılan tarih bilgileri tarihi incelemekte yeterli olmaz,her tarafın belgeleri bu işte esasdır. Buna ilaveten her iki programda bir Osmanlı İmparatorluğunu kaçınılmaz felakete götüren etmenlerden biri olan İttihat Ve Terraki ve yöneticilerinin yere göğe sığdırılamamasını anlamıyorum.

Milli Tarihle Halkımızı Uyutuyorlar...

Programdaki üsluba gelince biraz daha farklı bir manzara çıkıyor karşımıza. Öncelikle acilen bir program akışı planı yapmalılar zira programda bir bakıyorsunuz ki tarihi bir konu tartışılıyor,bir bakıyorsunuz ki maillere cevap veriliyor ve yine bakıyorsunuz ki programı hazırlayanlar arası bir tartışma sürüp gidiyor!Bu dağınıklık içerisinde Murat Bardakçı ve Erhan Afyoncu’nun sürekli söz kesmesi ve yer yer kullandıkları iğneleyici tavırlar rahatsızlık verici.Bu iğneleyici/rahatsızlık edici tavır son 2 programdır Pelin Batu’nun (kendisi halk arasında programda uyuyan kadın olarakta bilinir) Ermeni “hadiseleri” ile ilgili söylediği geçmişe değil geleceğe bakılması ve geçmişte acı çeken halkların hatırlanması hakkında söyledikleri (söyledikleri haklı sözler) üzerine Murat Bardakçı ve Erhan Afyoncunun kordineli bir şekilde karşı saldırıya geçip söyledikleri (ki incelerseniz bu tarz savunmaları genelde politikacılar yapar) “Ermenimi kesmedik,onlar hep bizi kesiti,hem öyle deyenler vatan haini biz napalım ‘Anadoluyu feth ettik diye özür kampanyası’mı düzenleyelim” şeklinde çok ağır suçlamalar getiriliyor (Pelin Batu’nun geçen programda neredeyse ağlama noktasına geldiği dikkatli seyircilerin gözünden kaçmamıştır)Pelin Batu’ya yöneltilen bu kordineli “saldırı“nın olmaması gerekirdi.Murat Bardakçı ile ilgili şurda denilen denilmiş,tek ekleyeceğim şey programda her iki dakikada bir “Erhan sus”demesi. Tabii sözlükçülere ettiği lafta unutulmamalı.Buna ilaveten yaptıkları işin tv programı olduğunu zaman zaman nutup izleyicilere tavır koymaya çalışıyorlar. Tabii yer yer programın konusunun tarih dışına kayması gibi bir etkende var.Ve ve eğer yaşandıysa çok büyük bir ayıp.

Bu arada Murat Bardakçı ve bir birinden güzel eserleri seslendiren Yaprak hanımın çok güzel müzik yaptıklarnı söylemeden geçemeyeceğim.

Tarihin Arka Odası kötü bir programımı? Belki ama bence bu program ileride “gerçek tarih programı”yapacaklara bir ders ve örnek alınmaması gereken bir örnek” olmalıdır.

Not:Kim ne derse desin bu programda en çok çalışan Murat Bardakçı’nın bilgisayarıdır. Kendisine saygı duyuyorum.

-Emren "Epic Buster" Bitirim

Star Wars'ın Prequel Üçlemesi Neden Kötü?

StimArmor-SWGTCGAoD

Edit:Hatayla Sequel yazmışım.Sequel olamayan VII,VIII Ve IX filmleridir)

Aşağı yukarı beni tanıyorsanız Star Wars hayranlığımın yanında Star Wars Prequel Trilogy’e (Episode I, Episode II ve Episode III) olan nefretimi bileceklerdir. Uzun zamandır uzun uzadıya kimi forum ve tanıdıklarımla yaptığım muhabbetlerde “neden nefret ediyon olm bıy bıy bıy” şeklinde soru ve yorumlara maruz kaldım. Bu açıdan kısaca Prequel üçlemenin neden “piece of shit” olduğunu açıklayacak bir makale ele almayı karar verdim.

"Mesa Jar Jar, mesa karizmatik"

"Mesa Jar Jar, mesa karizmatik"

Öncelikle bu konuyu ele almak için Orjinal üçlemede cevaplanmasını beklediğimiz temel soruların neler olduğunu ele alalım;

-Anakin nasıl karanlık tarafa geçti?

-İlk Detaylarını Thrawn Trilogy’de okuduğumuz Palpatine’nin iktidara gelişi nasıl oldu?

-Jedi katliamı nasıl gerçekleşti?

-Luke ve Leia’nın annesi kimdi?

-Klon savaşları olayı nedir?

-Obi Wan’ın Anakin’i keşfi nasıl olmuştur?

Belli başlı sorularımız bunlar. Bunlara 1978-1998 arası çıkan genişletilmiş evren materyallerini (film dışında olayları anlatan kitap, oyun vs.) ekleyince ortaya çıkan manzara şu bir iki detay (bu detaylar daha sonra sequel üçlemede kullanıldı altlarda değineceğim) dışına Orjinal üçleme ile sequel üçleme arası bağı kurmak kolay olacaktı ama olmadı.Şimdi cevsbını bekleyen soruları cevaplayalım ve diğer mantık hatalarına bakalım;

-Anakin ilk üçlemede yaratılan “fallen hero” tarzının aksine “Amerikan filmlerinde sevdiceğini kurtarmak için her boku yapan ahmak oğlan” havasında bir karakter olarak sergilenmiş. Buna ilaveten EU’da (Expanded Universe, filmler dışında senaryoya yeni olaylar ekleyen kitap,çizgi roman,oyun vs.) değinilsede Prequel üçleme filmlerinde temel karanlık tarafa geçiş nedenleri iyi irdelenmemiş.

-Anakin’e yüklenen “Choosen One” olayı saçmalığın daniskası, sırf siz dahada “klişeleştireceksiniz” diye zaten “sevilen” bir karaktere Choosen One olayı eklerseniz bu gereksiz detay demektir, ilaveten EU materyalleri ile karşılaştırıldığında Choosen One olabilecek kişi sayısı çok!

-Palpatine her iki üçlemede de yer alıp karizmayı bozmayan az sayıda karakterden biri. İktidarı yavaş yavaş ele geçirişi iyi irdelenmiş diyebilirim ama çok oldu bittiye bağlanmış ve “karanlık tarafa adam toplama görevlisi” gibi bir şey olarak gözükmüş kimi yerde.Buna ilaveten meşur “Lightning mask” olayı var ona mantık hatalarında değineceğim.

"Mütahit malzemeden çalmış lordum!"

"Mütahit malzemeden çalmış lordum!"

-Jedi katliamı çok çok mat ve oldu bittiye verilerek işlenmiş buna ilaveten filmlerde Jedilerin toplumsal statüsü ve yönetim üzerine etkileri gösterilmek yerine elde ışın kılıcı savaşa giden vatandaşlar olarak sergilenmişler.

-Padme’nin kraliçelikten senatoya çapraz geçiş yapması saçma geliyor insana. Padme bir karakter olmaktan ziyade bir “araç” olarak kullanılmış. İkizlerin annesi, Anakin’in aşkı olmak dışında kendi kişilik ve duyguları çok az dışa vurulmuş ilaveten Episode VI’da Leia’nın hakkında dedikleri ile örtüşmeyen noktalar var, buna mantık hatalarında değineceğim.

-Sen git Palpatine ve Vader’in ardından “kötülüğün simgesi” olabilecek bir karakter yarat ama adamı bir satır konuştur sonra öldür. Ah Lucas ah!

"Karizmatik karakter kontejyanından olabilirdim ama George dilsiz yaptı beni"

"Karizmatik karakter kontejyanından olabilirdim ama George dilsiz yaptı beni"

-Klon savaşları EU’ya paslanmış fakat sonra Lucas amca işlerin iyiye gittiğini görünce “olmaz ben bunu mahvetmeliyim” deyip The Clone Wars rezaletini çıkarmış. Filmler de gördüğümüz çıkış ve bitişine bakacak olursak olay temel olarak Amerikan İç Savaşından araklanmış, bakın esinlenme demiyorum direk arak diyorum. Bari ayrılıkçıların adını Konfedarasyon koymasaydınız. Bitişine dair rahatsızlıklarımı mantık hatalarında dile getireceğim.

-Obi Wan’ın Anakin’i keşfi diye bir şey olmadı. Evet üzgünüm, Episode VI’da Obi bize ya yalan söylemiş ya Alzeimer’i başlamış diyor Lucas amca. Anakin’i Qui-Gon keşfetmiş hatta Obi Wan “tehlikeli lan bu velet, büyür başımıza sıçar sonra” gibisinden laflar etmiş.Tüh!

"Mordor dağlarından Coruscant'a geldim ama hep dayak yiyen baş kötü adam yancısı adam hep ben oluyorum :( "

"Mordor dağlarından Coruscant'a geldim ama hep dayak yiyen baş kötü adam yancısı adam hep ben oluyorum "

-Prequel Üçlemedeki Jedi’ler açıkçası “ODUN GİBİ”. İlk üçlemede sadece iki adet (sonradan Luke etti üç adet) Jedi görmemize rağmen iyi oyunculuklar ve iyi işlenmiş senaryo dışında Jedi felsefesini kavramış, bu insanların kendilerni amaçlarna adayan ve tarikatlarına bağlı kişiler olduklarnı anlamış hepimiz büyülenmiştik. İlk üçlemede onlar sadece “ışın kılıçlı havalı adamlar” değildi, her biri bir ustaydı, amacına adanmış mübarek(!?) insanlardı. Yoda’nın yüksek teknolojili şovlar yapmasına gerek yoktu çünkü o Yoda’ydı, Force’di onun müttefiki, uzun bir ömürde hem eğitilmiş hem eğitmişti küçük bedenine rağmen Force’a hakimdi ve ideal Jedi imacını çiziyordu. Sequel üçlemedeki Jediler ise sanki gerçek Jedi’lerin izin döneminde yerlerine yerleştirilmiş “yancı Jediler”. Her köşeden Jedi fırlamasını geçeceğim ama adamlarda Jedi felsefesinden eser yok her biri ışın kılıçlı patates çuvalları mübarek (Mace Windu’ya selam olsun)

Bad Cops

Bad Cops

Mantık Hataları:

-Episode VI’da Luke Leia’ya annesinin nasıl biri olduğu hakkında soru soruyor Leia ise sürekli hüzünlü biri olduğunu söylüyor.Ama Padme ikizlerin doğumunda öldü ve Leia üvey ailesinin yanında Bail Organa’yı baba Breha Organa’yı anne bilerek yaşadı, öğrendiği zaman bile Padme’nin nasıl biri olduğunu öğrenmesi muhtemel değil (yıllar sonra R2D2′nun hologramında Padme ve Anakin’i görene kadar)

Yiyorsa bu adamdan elektrik almayın

Yiyorsa bu adamdan elektrik almayın

-Palpatine Episode VI’da lightning’le Luke’yi “terbiye ederken” Luke’nin vücudunda kalıcı bir hasar meydana gelmiyor ve ayni şekilde EU materyallerinde (Swarm war serisine kadar)lightning yiyen böyle bir hasar birinin vücudunda gözlemlenmiyor fakat Episode III’de Palpatine Mace Windu’nun ışın kılıcından yansıyan lightningler yüzünden başı gözü dağıtıyor.

http://starwars.wikia.com/wiki/Palpatine

Debates and discrepancies bölümünü okuyun.

-Obi Wan Episode VI’da Luke’a “Babanı ben keşfettim, onu bulduğumda sadece pilotluğa yeteneği olan bir gençti” gibisinden laflar ediyor ama Episode I’de Qui-Gon Anakin’i keşfediyor.

-Episode III’de tüm ayrılıkçı liderler Mustafar gezegenine gidiyor ve Anakin oğlan hepsini yiyor böylece savaş bitiyor. Hade yauv! (EU’da savaş sonrası irili ufaklı çatışmalar var ama girmeyelim isterseniz)

-Anakin 9 yaşında, Jedi konseyine götürüyorlar Yoda “çok yaşlı” diyor. Luke 22 yaşında Yoda’ya gidiyor ona da “çok yaşlı”diyor ama her ikisinide eğitiyor. Hadi orjinal üçleme zamanında durum umutsuz ya Prequel üçlemede?

-Palpatine Episode III’de 3 Jedi’yi aşağı yukarı 12 saniyede yeniyor anlamış değilim.

-Clone Wars 2D animasyon serisinde ayni anda 4 Jedi’ye kafa tutan Grievous Obi Wandan dayak yiyor. E OLMADI AMA!

-Hem Dooku niye Anakin’den dayak yiyo lan!

-Obi-Wan R2D2′yu Episode IV’de hatırlamıyor fakat Episode III’de bayağı haşır neşir olmuşlar.

-Episode III ile Episode IV arası 19 sene var, nasıl oluyorda galakside Jediler bu kadar unutulmuş (gibi gözüküyor)

-Emren "Epic Buster" Bitirim

Naber Lan Dünya?